19 Kasım 2011 Cumartesi

59 KUPONA İNGİLTERE OLUR MU?

Merhaba gençler.

 80 li yılların başında Türkiye’de doğmuş her birey  gibi bilmem kaç kupona Meydan Larousse, Büyük Larousse gibi ıvır zıvır ansiklopediler, Jumbo çatal bıçak takımı, Hugo oyun seti gibi çok da lazım olmayacak birçok şey almışızdır. Keza bunlara olan inancımız da biraz biraz içimize kaçmıştı. Üretici firmaların ellerinde patlayan malları ancak böyle kakalayabilirlerdi keza. Tam da bu uygulamanın modasının geçtiği 2008 yılında güzide bir gazetemiz bir kampanya başlattı. BUGÜN GAZETESİ’NDEN 59 KUPONA İNGİLTERE’DE EĞİTİM FIRSATI.  Ha ha hah hassttrr vari bir tepkiyle çok da sallamamıştım. Gelgelelim sevgili anneciğim sallayıvermiş. Yapma etme dedim, kandırmaca bunlar dedim, onlar tanıdıklarını gönderirler dedim. Dinletemedim. 

Üzerinde durmadım hadisenin. Çünkü zaten o aralarda ucuzundan bir yurtdışı seyahati planlıyordum. İngiltere tabi uçuk olduğu için Malta eriği yemekle yememek arasındaydım. Askerden de yeni geldiğim zamanlar, kafam bir enteresan. Sabaha kadar oturmuşum ne bok yicem şimdi durumunda. Sabah gelmiş , geçmiş, öğlen gelmiş geçmekteyken kapı çaldı. Zır zır da zır zır, zır zır da zır zır. De git be her kimsen dedim içimden, adama  askerlik bunalımını bile doğru düzgün yaşatmıyorlar. Zır da zır , zır da zır derken “ Allahınız yok mu lan” diye fırladım. Postacı arkadaşın elinden aldığım zarfı açmamın ardından bir hassttrr daha geldi. Evet aşağıda linkini gördüğünüz listede asıl kazananlar arasında varım.


Ciddi anlamda insanın başına kolay kolay gelmeyecek şeydir. Hazırlık vs. faslını hızlı geçiyorum. Sorunsuz bir şekilde vize çıktı, hazırlıklar yapıldı uçağa binildi, yola çıkıldı.
Güzelim İstanbul’um Ağustos ayında tshirtler su gibi olur sıcaktan. Biz de kalın montları valizin en altına koyup yola koyulduk. Londra’da kuş uçmaz kervan geçmez, gözden ırak bir havalimanına inip, siyahi güvenlik görevlilerine kendimizi ellettikten sonra gayler şehri Brighton’a doğru yola çıktık. İndiğimde hissettiğim soğuk Ağustos ayındayız demiyodu tabi. Yanlışlıkla kutuplara mı geldik dedim. Montu valizin dibinden bulmam 30 saniyemi aldı. Zaten orada olduğum tüm zaman boyunca montu çıkardığımı hatırlamıyorum. Elin İngilizi ne hikmetse yaz zannediyor ki parmak arası terlik ve kısa kısa şortlarla geziyor. Zaten iki gram güneş görmesinler millet dükkanları , kepenkleri kapatım kendini parklara bahçelere atıyor.

Ahanda böyle.

Kafamdaki en büyük soru yanına yerleştirileceğim aileydi tabiki. Geceye doğru 60 lı yaşlarında Rose teyzemizin evine ulaşmıştık. Rose teyze ve evindeki bilimum piskopat durumlardan bahsedeyim. Teyzemiz nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde 1+1 dubleks bir evde oturuyor. 15 yaşındaki Richard isminde sayko veledi ile birlikte. Zaten isimlerdeki klişeden bir sorun olduğunu anlamalıydım. Kadının bütün çocukları 18 yaşına girer girmez evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu konuda da Avrupa standartlarına uymaya kalksak cidden hapı yutmuşuz. Üst katta Richard koyu Manchester United taraftarı olarak Play Station 2 ile kavga ederken, Rose Teyze de alt katta Play Station’un eski versiyonuna küfür ediyordu. Bi de yanında misafir olarak biz varız. Son of a Bitch ‘in anlamını bilmediğimi nasıl düşünebilir anlamadım. Kahvaltı kısmına gelince ekmek kızartma makinesinde 2 dilim ekmek üzeri Buttery ( margarin). Eee başka ? Cidden o kadar. Haftalarca beyaz peynirin zeytinin özlemini yaşadım durdum. Sokak arasında bir Turkish Food Market’te buldum bir kalıp ezine peyniri aslında ama kilosu 16 pound olan bir beyaz, bana peynir olmaktan çok uzakta.

Neyse ertesi gün evden çıkıp okula gittik gitmesine de, giderken trafikte sağıma mı baksam soluma mı baksam derken sallabaş oldum. Eğitim kısmını es geçicem. Brighton’da 3 hafta cidden şahaneydi. Her akşam bir parti olması ve o kadar gay arasında hiçbirinin dikkatini çekmemem sevindiriciydi.

Bahsi geçen liman şehrimiz aşağı yukarı şöyle biyer.




Brighton’dan bahsetmişken Brighton Pier’den de bahseeyim bari. Görmüş olduğunuz üzere yoktan var etmişler şirin bir eğlence mekanı. Kurma kollu kumar makinasını denemedim dememek için bir uğrayın derim. Her şehrin olduğu gibi Brighton’da da bir mecburiyet caddesi var. Yarısı kebapçı olmasına rağmen bir dürüm döner 5 pound ise 2 kere düşünüyosun almak için. 1,5 pounda Meksika dürümü Taco kaçmazdı açıkçası.



SOHO’DA BİR CUMARTESİ GECESİ

Londra’nın, hatta Avrupa’nın merkezi olan Soho’da Cumartesi gecesi eğlencesi yapmadan olmazdı tabi. Ama biz 4 tane sap olarak mallıkta son nokta neresidir diye öğrenmek istemişiz heralde. Sırtımızda sırt çantaları sabahtan akşama kadar Londra’nın tüm turistik mevkilerini arşınladıktan sonra saat yavaştan 10:00 pm I bulmuştu. 4 sap yavaştan kafaları çekelim dedik de kimsenin aklına gelmeyen soru o anda geldi. “Gençler kaç paramız var?” Olan paranın o akşam kafayı bulmaya yetmeyeceği açıklığa kavuşmuştu. Sağda solda gördüğümüz barların içini keser olduk.

-Lan olum nereye gircez?

-Ne biliyim lan her yer ibne dolu.

Şimde ben size ibne dedim de abartıyo sanmayın. Öylesini Türkiye’de göremezsiniz. Herifler bildiğin deri tangayla ellerinde kırbaçla sokaklarda yiyişiyorlar. Zaten o ortamdan kaçmak için girdiğimiz ilk mekan da açmadı. Gece zaten yavaştan sapıtmıştı. Saat geceyarısı olduğunda hala sokakta mekan arıyorduk inanamazsın. İki tane maymundan bozma hatunu Türkçe tartışırken görünce işte dedim bizden birileri. Bunlar bilirler ortam nerdedir diye. Memleket insanından koptuğum nokta orasıdır işte. Kadının ağzında iki kelime çıktı. Siktir git! Ama daha sonrası iyice koparttı. Bu iki kıllı Türk hatun oracıkta yiyişmeye başladı. Biz o şaşkınlıkla hafiften ikilerken geceden ümidimiz iyice kesilmişti.

Hani bilir misiniz bilmem Londra sokaklarında bisikletle taksicilik yapan tipler vardır. 2 kişilik fayton arabayı bisikletin arkasına bindirip turist gezdirirler. Güzel ırkımın güzide bir tipi de o işi yaparken görüldü. Son bir umutla adama yapıştık. “ Yaa birader sen bilir misin burda ortam nerdedir?” Adam da milletsever çıktı sağolsun. O iki kişilik bisiklete 4 sap atladık, araba birden Doğan görünümlü Şahin oluverdi. Elemanın bizi götürdüğü mekanın önünde 100 kişilik sırayı görünce bir hassttrr daha geldi. Saat de 01:00 I geçmişti zaten. O saatte o geceyi tek bir şey kurtarabilirdi. O da çok legal olmadığından adını zikredemeyeceğim şekerler. Evet evet o risk alındı. 4 sap Cumartesi gecesi Soho sokaklarında her gördüğümüz zenciye sorduk o patlayan şekerlerden. Ama herşey filmlerdeki gibi değilmiş. Adamlar korktu bizden.

Hava hafiften aydınlanırken elimiz her yönden boş kalmıştı. Sabah ilk trenle Brighton’a dönelim diye beklerken ortalık garip bir şekilde karıştı. Zenciden bozma İngiliz çingeni ablalar ellerinde bıçaklarla “Do you wanna fuck me” diye bariz geliyorlar. Diceksin ki ne güzel. Değil değil valla. Yanlarında da hakiki zenci abileri var. O korkuyla attık kendimizi bir internet cafeye. Dışarıdan gelen kavga seslerini götümüzde hisseder olmuşuz. Sevgili internet café sahibi zenci biraderimiz iyi bir niyetle gelip “ Gençler siz en iyisi burda takılın, para da istemem sizden dışarısı iyi değil” dedi. Hah, dedim tamam. Buraya kadarmış. Saat 07:00 ye doğru gelirken fırladık koşa koşa tren garına ve bir şekilde eve ulaştım. Nasıl bir uykuysa akşama kadar uyumuşum. Uyandığımda aklımda tek bir şey vardı. Naptım lan ben !!

Demek ki neymiş Soho dediğin yer, yılbaşı gecesi Taksim’inden farksızmış. Oracıkta hepimizi soyup pasaportlarımızı yırtsalardı bu anıyı bu şekilde anlatabilir miydim bilmiyorum. Belki de meftaydım. 59 kupona bok yoluna gidiyoduk az daha.


Heryerde bunlardan yok, bunların herif versiyonları var bakmaya yürek ister.

ST.PAUL KATEDRALİNDE BİR PAZAR AYİNİ

Şimdi günlerden Pazar, mekan da Londra olunca gelmişken dünyanın en ünlü katedrallerinden birinde ayine katılmadan olmazdı. St. Paul Katedrali resimde de görebildiğiniz üzere fantastik bir yer. Ayin zamanı içerisi ikiye ayrılıyor. Dip kısımda ayin yapılırken belirlenmiş bir çizginin ötesine turistler geçemiyor. Keza ben kafaya taktım o ayine giricem. Yanımda 2 tane Türk arkadaşım vardı ve tamam dedim giriyoruz. Belirlenmiş çizginin önünde kır saçlı, smokin giymiş 2 tane amca tüm saygısıyla bekliyor. Dedim “ayine katılmak istiyoruz” dedi ki “Hristiyan mısınız?” dedim “ Tabiki de ne sandın”. Biz böyle diyince adamların elinden de bişey gelmedi aldılar içeriye. İstanbul’da da birkaç ayine gitmiş olmama rağmen cidden böylesini ben de beklemiyodum. 40 kişilik bir kilise korosu bağıra çağıra ilahiler söylüyor, kilise orgunun başındaki abi harikalar yaratıyor. Elimize tutuşturulan ibranice ilahilere yalnızca bakmakla yetinip kimse çakmasın diye mırıl mırıl dudak oynattık. Mevzudaki eğlencenin kabusa dönüştüğü an ise şarkı türkü bittiği zaman başladı. Papaz efendinin önünde bir kuyruk oluştu. Sıradaki herkes papaz abinin elini öpüp isa’nın eti niyetine bir lokma ekmek , bi de kanı niyetine koca bir tastan bir yudum şarap içmek zorunda!! Zorundalık kısmı şaka değil birkaç adam tektek herkesi sıraya sokmaya çalışıyor. Tamam papazın elini öpmek bişey değil de , herkesin salyasının olduğu tastan neden şarap içiyorum ki? Sıraya girmeden kıçım kıçım kaçtık mekandan .

Böylemesine bişey.

Böyle abidik gubidik anılara sahip olmamda en büyük çabayı sarfeden anneme buradan teşekkür etmek istiyorum. Bundan sonra sakızdan Ferrari çıktı diyen adamlara s*ktir çekerken bir daha düşünürüm heralde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder