18 Ocak 2012 Çarşamba

HRANT OLMAK KÖTÜ BİR ŞEY Mİ Kİ?

Faşizm sadece bu memleketin değil, tüm dünyanın, hatta insanlığın sorunu. Faşizm pis bir duygu. Hem de sadece milliyet bazında değil. İnsanın içinde engelleyemediği duygu olan bir yere ya da topluluğua ait olma duygusu, anlamsızca diğer toplumlara ait olmayı küfür haline çevirdi. Sağcılar solcuları, Ermeniler Türkleri, Bursasporlular Beşiktaşlıları düşman bellediler. Bu duygu o kadar pis bir hal aldı ki; tribünde sağcılar ve solcular, Ermeniler ve Türkler omuz omuza takım desteklediler. Siyasette Galatasaraylılarla Beşiktaşlılar omuz omuza karşıt görüşlülere molotof ve taş attı. Bunun gibi Ermeniler ve Türkler de ortak düşmana karşı yıllarca omuz omuza savaştı. Faşizmi körükleyenlerin çıkarlarından bahsetmiycem bile. Onu zaten hepimiz biliyoruız. Bırakın artık bu grubun peşinden koşmayı demek de zor. Bir gün Equlibrium filmindeki gibi duygularımızı yok etmekten başka çaremiz kalmayacağından korkuyorum.
Tek duygu olarak sevgiyi barındırmak mümkün değil. Çünkü insan zaten içinde iyilik ve kötülüğü eşit olarak barındırarak doğar. Çevresindeki insanlar iyi ise iyi , kötü ise kötü olur. İşte bu yüzden artık dönüşü olmayan yoldayız.
Hrant Dink'in öldürülmesinde tabi ki faşizmin bir rolü var ama çok çok az. Yargının verdiği kararın aksine bu olay, bu karışıklıklardan çıkar sağlayanların oyunu. Tabi ki kanıt bırakmayacaklardı. Zaten bizimkilerin de kanıt bulmaya ne kadar meraklı oldukları soru işareti.
Hrant Dink'in ölüm yıldönümünde; onun halk sevgisini ve insanlığını anıyorum. Hangi milliyetten olduğu hiç önemli değil. Kimsenin canını yakmamış, malına göz dikmemiş insan benim için iyi insandır. İyi insanların yok yere öldürülmesi zaten yeteri kadar acı.

10 Ocak 2012 Salı

EKSİK KAPAKLAR

Ntvmsnbc 'nin hazıladığı çalışma dikkat çekici. Büyük grupların albüm kapaklarında aramızdan ayrılan isimlerin görünmemesi gerçekten yaşlandığımızı hissettirmeye başladı.











3 Ocak 2012 Salı

PERFECT SENSE - DÜNYANIN SONUNA BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

Sürekli şikayet edip duruyoruz değil mi? O öyle , bu böyle. Evet doğru anladın. Sahip olduğumuz en önemli şeye sahip olmanın öneminden bahsediyorum. Evet biraz olsun sahip olduğumuz şeye şükretmekten bahsediyorum. Sahip olduğumuz şey biziz. Kendimiz.. Hislerimiz, Duyularımız. Onların var olmadığını hiç düşünmedik. Çünkü hep oldular. Onlar sayesinde görebiliyoruz, duyabiliyoruz, koklayabiliyoruz, tadını alabiliyoruz. Onlar sayesinde yaşıyoruz aslında. Kalbimiz değil bizi yaşatan. 
Peki bizi yaşamaya bağlayan bu duyular birden bire hayatımızdan çıksaydı ne olurdu? Kim Fupz Aakeson ve David Mackenzie bu sorunun cevabını düşünmüşler ve ortaya muhteşem bir film çıkarmışlar. Tüm duyguları alt üst eden bir başyapıt da denilebilir. Perfect Sense ( Türkiye'deki adıyla "Yeryüzündeki Son Aşk") beni bunun üzerine düşünmeye itti. Eğer göremeseydik, duyamasaydık, koku ve tat alamsaydık; aşk olur muydu, ya da iş , aile ya da hayat ? Perfect Sense uzun zamandır beni en çok etkileyen film oldu. Bilinen aşk filmlerinin çok ötesinde bir drama. Bu yılın oscarlarını devirmeli bence. En iyi film, en iyi senaryo ( Kim Fupz Aakeson ), en iyi yönetmen ( David Mackenzie ), en iyi kadın oyuncu ( Eva Green ), en iyi erkek oyuncu (  Ewan McGregor ), en iyi müzik ( Max Richter ). 
Perfect Sense izlediğim en iyi "dünyanın sonu" filmi olmasının dışında, en iyi filmlerden biri olmayı da başardı.

22 Aralık 2011 Perşembe

TURİST GÖZÜNDEN İSTANBUL


Gülhane Parkı'na en son gittiğimde 1992  ya da 1993 yılı olmalı. Hayvanat bahçesindeki kendinden geçmiş gariban hayvanarla yaşlılıktan ne yapacağını şaşırmış baba aslanın olduğu yıllarda. Gülhane Parkı ile ilgili anılarım müthiştir. Eminim 80 lerin başında doğmuş her İstanbullu bunu paylaşır. Yıllarca harabeydi bu park. En son 2003 yılında restore edilmiş ama galiba küsmüştük o yıllarda Gülhane Parkı'na. Geçen Salı boş bir günü fırsat bulup turistçilik oynadım. Fotoğraf makinemle Beyazıt 'tan Eminönü'ne doğru bir yürüyüş yaptım.Gülhane'nin kapalı olduğunu sanıyordum. Şöyle bir baktım içeri. Fotoğrafla ilgilenenler bilirler , İstanbul'da kolay kolay yakalanmayacak bir fırsatla karşılaştım. Koca parkta tek tük turistler dışında hiç kimse yoktu. Sonbahar sağolsun , sararmış yapraklar yerlerde müthiş görünüyordu. Yüksek ağaçlarda yabani kuşlar yuvalar yapmış. Yüzlerce kuşun aynı anda bağırmaları gerçekten şairaneydi. O anda kendimi gerçekten turist gibi hissettim. Çektiğim fotoğrafların bazılarını sizinle de paylaşmak istedim. Bence en kısa sürede bir turlayın unutulan İstanbul'u.



Ayasofya


Beyazıt Meydanı


Gülhane Parkı


Sultanahmet Camii


Beyazıt'taki tarihi çeşme


Gülhane Parkı


Sultanahmet Meydanı


Gülhane Parkı


Sultanahmet Meydanı


Gülhane Parkı

5 Aralık 2011 Pazartesi

MODERN ZAMANLAR'DAN KAÇIŞ / PLAZA İNSANLARI


Çocukluğumu hatırlıyorum. Artık geçmişte kaldı. Okula gitmek için sabah kalkar üniformamı giyerdim. Annem karnımı doyurur, servisim gelince de evden çıkardım.

Servisimi de hatırlıyorum. Kapısını açınca içeri girer oturur, okula gidene kadar sakince otururdum. Okul bitince de yine servisle eve gelirdim. Yemeğimi yer, televizyonda bir şeyler izler, sonra da ertesi gün aynı şeyleri yapmak için yatağıma gidip uykuya dalardım.

O yıllarda bu rutinden nefret ederdim. Bir an önce büyüyüp o sıradanlıktan kurtulmak için can atardım. Şimdi büyüdüm. Ne yapıyorum biliyor musunuz?


İşe gitmek için sabah kalkıp takım elbisemi giyiyorum. Kendi karnımı doyurup beni işe götürecek olan servisime binmek üzere evden çıkıyorum.
Servis kapısını açıyor ve ben iş yerimin bulunduğu plazaya gidene kadar sakince oturuyorum. İş bitince de yine aynı servisle eve geliyorum. Yemeğimi yiyip, bilgisayarda bir şeyler izleyip ertesi gün aynı şeyleri yapmak için yatağıma gidip uykuya dalıyorum. Şimdi bu rutinde yaşadığım için kendimden nefret ediyorum.

Zaten bu yaşıma kadar nasıl geldiğimi bile anlamadım. Hala genç sayılırım ama neden bunu yapmaya devam ediyorum? Bunun önüne geçmenin bir yolu yok mu? Ne zamandır yaşamak yerine izlemeyi tercih ediyoruz?* (Okan Bayülgen’in bu sözü gerçekten ilham verici ).  Yıl içinde yaşadığımızı hissetiğimiz tek zaman tatile gittiğimiz zaman. Şunu farkettim ki tüm yıl boyunca tatilin hayalini kurup, tatil hayaliyle para kazanmışım.

Peki biz bu bayıla bayıla gittiğimiz tatilde ne yapıyoruz? Deniz kenarında güzel bir yerde denize girip dinleniyoruz. Akşamları çıkıp yemek yiyip , içip eğleniyoruz. Orada yaz boyunca hem çalışıp hem tatil yapanlara özeniyoruz. Peki neden bu kariyer çılgınlığını bir kenara bırakıp o özendiğimiz insanlar gibi yaşamıyoruz? Daha mı az para kazanırız ki? Hiç sanmıyorum. Onlar zaten bizim tüm yıl kazandığımız parayı 6 aylık yaz sezonunda kazanıyorlar. Ne zaman kurtulucaz bu şehrin pis rutininden? Cevap olarak hemen demek isterdim ama maalesef kapitalizm öyle bir şey değil. Ama özgür bir ülkede yaşıyorsak şu andan itibaren bile çok çalışıp başkalarının işinde müdür olmayı hedeflemek yerine , kendi cebine çalışan o özenilen insanlardan biri olmayı hedefleyebiliriz.




3 Aralık 2011 Cumartesi

ÖLÜMLE YÜZLEŞMENİN ŞARKISI

Biz gençlere ne kadar uzak gelse de ölüme yakın olduğumuz günleri hissetmeye başladığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlamamış olucaz belki de. Bugüne kadar Cahit Sıtkı'nın 35 yaş şiiri , bu amaçla yazılmış eserlerin en unutulmazlarından. Bugün benim paylaşmak istediğim ise bir şarkı. Rahmetli Cem Karaca'nın ölümünden 5 yıl önce çıkardığı "Bindik Bir Alamete" albümünden , belkide kariyerinin en sert şarkılarından birisi. " Ölüm". 





Ölüm bana sırıtarak gel 
Ölümü öp n’olur 
Yüzünde,o tanıdık riyakarlık 
Çünkü nice dost dediklerim, 
Sarılıp öptüklerim, 
Suratlarında aynı eda 
Ve sahtekarlık 

Elbette haksın, haktan gelirsin 
Kimi gördük ki, 
Dünyaya kazık kakmış da kalmış 
Heykelin bile dikilse 
Sen öldükten sonra 
Bakarsın tepene kuşlar kakalmış 

Cahar atıp şeş oynasam 
Gene yenersin beni 
Ölüm bana gülerek gel 
Ölümü öp n’olur 
Sırtımdan vurdurma beni 
Alnıma sık kurşunu 
Karşıma geç,yüzüme bak ve 
Öttür baykuşunu.. 

Beni sordun mu ölüm 
İkiz kardeşin doğuma 
Bağlayan ne çözen ne 
Bu hayat denen düğümü 
Kimi havyar yerken 
Kimi soğan cücüğünü 
Üç beş arşın beze sarar 
Öyle gidersin

28 Kasım 2011 Pazartesi

EMPATİ GERÇEKTEN BÖYLE BİR ŞEY Mİ?


Adam Fawer’ın Empati adlı kitabı öyle maceradan maceraya sürüklemese de, o anlamda bir empatlık söz konusu olabilir mi diye uzun sure düşündüm. Kitabı okumayanlar için şöyle bir açıklama yapabilirim. Kitaptaki karakterler; başkalarının duygularını istemsizce hissedip, kendi istedikleri duyguları karşılarındakilerin de hissetmelerini sağlayabiliyorlardı. Bu durum kitaptaki gibi fantastik bir şekilde olabilir mi? Bunun olması mümkün mü?Gerçekten söylemek zor. İstemsizce çevresindeki insanların duygularını fazlasıyla kendine çeken ve bu duyguları hissetmekten kendilerini alamayan insanlar kesinlikle acı çeker bunu söylemek kolay.




Bu olay her ne kadar fantastik görünse de hergün bunları minik voltajlarla sürekli yaşadığımızın farkında mıyız acaba? Yakınımızdaki insanlar üzüldüğünde gülüp eğlenemiyoruz. Bu sadece saygıdan değil. İçimizden gelmemesi tamamen empati kökenli. Eğer ki grupta üzgün kişi sayısı az ve eğlenen kişi sayısı fazla ise, sizin çoğunluğa ayak uydurmanız topluluktan kopmamak için değil, çoğunluğun duyguları daha güçlü bir şekilde yönlendirebildiğindendir. Üzerine şakalar yaptığımız, grup psikolojisi diyerek geçtiğimiz şeyin de temelinde bu var işte. Grup psikoloji anlatılırken her zaman sinemada film izleyen insanların örneği verildiği için ben de bu örnek üzerinden gidicem.

Bir sinemada film izleyen 10 kişiden 9’u filmi beğenmişse, diğer kişi beğenmese bile beğendim der. Bunun, o 1 kişinin karakteri ile ilgili zayıflık olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de öyledir ama bence 9 kişi o filmi gerçekten beğenmişse diğer kişi de etrafındakilerin duygularını istemeden paylaşır ve kendince filmi beğenmek için pozitif varsayımlar ortaya çıkarır. Filmin olumlu yönlerini görmeye çalışarak kendisine filmi beğendirir. Bu yüzden eve gittiğinde ve tek başına kaldığında “evet ya güzel filmdi” diye telkinde bulunmaya devam eder. Bu noktada bunun topluma ayak uydurmak için söylenmiş bir yalan olmadığı ortaya çıkar.

Empati, temel anlamıyla duygu paylaşımı. Hergün sürekli yaşıyoruz. Karşımızdaki sinirlendiğinde sinirleniyor, üzüldüğünde üzülüyoruz. Hatta yakınımızdaki insanlar hastalandığında hastalanıyoruz. Bu sadece insanlar için değil yakın olduğumuz hayvanlarda bile geçerli. Hasta olduğunuzda bunu gerçekten hissediyorlar. Üzüldüğünüzde üzülüyorlar. Bunun temel bağı sevgidir. Sevgi sadece duygusal değil , aynı zamanda kimyasal bir bağdır.