22 Aralık 2011 Perşembe

TURİST GÖZÜNDEN İSTANBUL


Gülhane Parkı'na en son gittiğimde 1992  ya da 1993 yılı olmalı. Hayvanat bahçesindeki kendinden geçmiş gariban hayvanarla yaşlılıktan ne yapacağını şaşırmış baba aslanın olduğu yıllarda. Gülhane Parkı ile ilgili anılarım müthiştir. Eminim 80 lerin başında doğmuş her İstanbullu bunu paylaşır. Yıllarca harabeydi bu park. En son 2003 yılında restore edilmiş ama galiba küsmüştük o yıllarda Gülhane Parkı'na. Geçen Salı boş bir günü fırsat bulup turistçilik oynadım. Fotoğraf makinemle Beyazıt 'tan Eminönü'ne doğru bir yürüyüş yaptım.Gülhane'nin kapalı olduğunu sanıyordum. Şöyle bir baktım içeri. Fotoğrafla ilgilenenler bilirler , İstanbul'da kolay kolay yakalanmayacak bir fırsatla karşılaştım. Koca parkta tek tük turistler dışında hiç kimse yoktu. Sonbahar sağolsun , sararmış yapraklar yerlerde müthiş görünüyordu. Yüksek ağaçlarda yabani kuşlar yuvalar yapmış. Yüzlerce kuşun aynı anda bağırmaları gerçekten şairaneydi. O anda kendimi gerçekten turist gibi hissettim. Çektiğim fotoğrafların bazılarını sizinle de paylaşmak istedim. Bence en kısa sürede bir turlayın unutulan İstanbul'u.



Ayasofya


Beyazıt Meydanı


Gülhane Parkı


Sultanahmet Camii


Beyazıt'taki tarihi çeşme


Gülhane Parkı


Sultanahmet Meydanı


Gülhane Parkı


Sultanahmet Meydanı


Gülhane Parkı

5 Aralık 2011 Pazartesi

MODERN ZAMANLAR'DAN KAÇIŞ / PLAZA İNSANLARI


Çocukluğumu hatırlıyorum. Artık geçmişte kaldı. Okula gitmek için sabah kalkar üniformamı giyerdim. Annem karnımı doyurur, servisim gelince de evden çıkardım.

Servisimi de hatırlıyorum. Kapısını açınca içeri girer oturur, okula gidene kadar sakince otururdum. Okul bitince de yine servisle eve gelirdim. Yemeğimi yer, televizyonda bir şeyler izler, sonra da ertesi gün aynı şeyleri yapmak için yatağıma gidip uykuya dalardım.

O yıllarda bu rutinden nefret ederdim. Bir an önce büyüyüp o sıradanlıktan kurtulmak için can atardım. Şimdi büyüdüm. Ne yapıyorum biliyor musunuz?


İşe gitmek için sabah kalkıp takım elbisemi giyiyorum. Kendi karnımı doyurup beni işe götürecek olan servisime binmek üzere evden çıkıyorum.
Servis kapısını açıyor ve ben iş yerimin bulunduğu plazaya gidene kadar sakince oturuyorum. İş bitince de yine aynı servisle eve geliyorum. Yemeğimi yiyip, bilgisayarda bir şeyler izleyip ertesi gün aynı şeyleri yapmak için yatağıma gidip uykuya dalıyorum. Şimdi bu rutinde yaşadığım için kendimden nefret ediyorum.

Zaten bu yaşıma kadar nasıl geldiğimi bile anlamadım. Hala genç sayılırım ama neden bunu yapmaya devam ediyorum? Bunun önüne geçmenin bir yolu yok mu? Ne zamandır yaşamak yerine izlemeyi tercih ediyoruz?* (Okan Bayülgen’in bu sözü gerçekten ilham verici ).  Yıl içinde yaşadığımızı hissetiğimiz tek zaman tatile gittiğimiz zaman. Şunu farkettim ki tüm yıl boyunca tatilin hayalini kurup, tatil hayaliyle para kazanmışım.

Peki biz bu bayıla bayıla gittiğimiz tatilde ne yapıyoruz? Deniz kenarında güzel bir yerde denize girip dinleniyoruz. Akşamları çıkıp yemek yiyip , içip eğleniyoruz. Orada yaz boyunca hem çalışıp hem tatil yapanlara özeniyoruz. Peki neden bu kariyer çılgınlığını bir kenara bırakıp o özendiğimiz insanlar gibi yaşamıyoruz? Daha mı az para kazanırız ki? Hiç sanmıyorum. Onlar zaten bizim tüm yıl kazandığımız parayı 6 aylık yaz sezonunda kazanıyorlar. Ne zaman kurtulucaz bu şehrin pis rutininden? Cevap olarak hemen demek isterdim ama maalesef kapitalizm öyle bir şey değil. Ama özgür bir ülkede yaşıyorsak şu andan itibaren bile çok çalışıp başkalarının işinde müdür olmayı hedeflemek yerine , kendi cebine çalışan o özenilen insanlardan biri olmayı hedefleyebiliriz.




3 Aralık 2011 Cumartesi

ÖLÜMLE YÜZLEŞMENİN ŞARKISI

Biz gençlere ne kadar uzak gelse de ölüme yakın olduğumuz günleri hissetmeye başladığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlamamış olucaz belki de. Bugüne kadar Cahit Sıtkı'nın 35 yaş şiiri , bu amaçla yazılmış eserlerin en unutulmazlarından. Bugün benim paylaşmak istediğim ise bir şarkı. Rahmetli Cem Karaca'nın ölümünden 5 yıl önce çıkardığı "Bindik Bir Alamete" albümünden , belkide kariyerinin en sert şarkılarından birisi. " Ölüm". 





Ölüm bana sırıtarak gel 
Ölümü öp n’olur 
Yüzünde,o tanıdık riyakarlık 
Çünkü nice dost dediklerim, 
Sarılıp öptüklerim, 
Suratlarında aynı eda 
Ve sahtekarlık 

Elbette haksın, haktan gelirsin 
Kimi gördük ki, 
Dünyaya kazık kakmış da kalmış 
Heykelin bile dikilse 
Sen öldükten sonra 
Bakarsın tepene kuşlar kakalmış 

Cahar atıp şeş oynasam 
Gene yenersin beni 
Ölüm bana gülerek gel 
Ölümü öp n’olur 
Sırtımdan vurdurma beni 
Alnıma sık kurşunu 
Karşıma geç,yüzüme bak ve 
Öttür baykuşunu.. 

Beni sordun mu ölüm 
İkiz kardeşin doğuma 
Bağlayan ne çözen ne 
Bu hayat denen düğümü 
Kimi havyar yerken 
Kimi soğan cücüğünü 
Üç beş arşın beze sarar 
Öyle gidersin

28 Kasım 2011 Pazartesi

EMPATİ GERÇEKTEN BÖYLE BİR ŞEY Mİ?


Adam Fawer’ın Empati adlı kitabı öyle maceradan maceraya sürüklemese de, o anlamda bir empatlık söz konusu olabilir mi diye uzun sure düşündüm. Kitabı okumayanlar için şöyle bir açıklama yapabilirim. Kitaptaki karakterler; başkalarının duygularını istemsizce hissedip, kendi istedikleri duyguları karşılarındakilerin de hissetmelerini sağlayabiliyorlardı. Bu durum kitaptaki gibi fantastik bir şekilde olabilir mi? Bunun olması mümkün mü?Gerçekten söylemek zor. İstemsizce çevresindeki insanların duygularını fazlasıyla kendine çeken ve bu duyguları hissetmekten kendilerini alamayan insanlar kesinlikle acı çeker bunu söylemek kolay.




Bu olay her ne kadar fantastik görünse de hergün bunları minik voltajlarla sürekli yaşadığımızın farkında mıyız acaba? Yakınımızdaki insanlar üzüldüğünde gülüp eğlenemiyoruz. Bu sadece saygıdan değil. İçimizden gelmemesi tamamen empati kökenli. Eğer ki grupta üzgün kişi sayısı az ve eğlenen kişi sayısı fazla ise, sizin çoğunluğa ayak uydurmanız topluluktan kopmamak için değil, çoğunluğun duyguları daha güçlü bir şekilde yönlendirebildiğindendir. Üzerine şakalar yaptığımız, grup psikolojisi diyerek geçtiğimiz şeyin de temelinde bu var işte. Grup psikoloji anlatılırken her zaman sinemada film izleyen insanların örneği verildiği için ben de bu örnek üzerinden gidicem.

Bir sinemada film izleyen 10 kişiden 9’u filmi beğenmişse, diğer kişi beğenmese bile beğendim der. Bunun, o 1 kişinin karakteri ile ilgili zayıflık olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de öyledir ama bence 9 kişi o filmi gerçekten beğenmişse diğer kişi de etrafındakilerin duygularını istemeden paylaşır ve kendince filmi beğenmek için pozitif varsayımlar ortaya çıkarır. Filmin olumlu yönlerini görmeye çalışarak kendisine filmi beğendirir. Bu yüzden eve gittiğinde ve tek başına kaldığında “evet ya güzel filmdi” diye telkinde bulunmaya devam eder. Bu noktada bunun topluma ayak uydurmak için söylenmiş bir yalan olmadığı ortaya çıkar.

Empati, temel anlamıyla duygu paylaşımı. Hergün sürekli yaşıyoruz. Karşımızdaki sinirlendiğinde sinirleniyor, üzüldüğünde üzülüyoruz. Hatta yakınımızdaki insanlar hastalandığında hastalanıyoruz. Bu sadece insanlar için değil yakın olduğumuz hayvanlarda bile geçerli. Hasta olduğunuzda bunu gerçekten hissediyorlar. Üzüldüğünüzde üzülüyorlar. Bunun temel bağı sevgidir. Sevgi sadece duygusal değil , aynı zamanda kimyasal bir bağdır.

21 Kasım 2011 Pazartesi

YILLAR SONRA DERSİM GÜNDEMİ / NEDEN ŞİMDİ?

Bugün tüm gezetelerde gözümüze gözümüze sokulan mevzu , DERSİM OLAYLARI. 73 yıl sonra durduk yere CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün gündem yaratmak amacıyla ortaya attığı mevzu. Sanki bugün Türkiye’nin başka hiçbir sorunu yokmuş gibi , sanki başımızda PKK belası , sanki atanamayan öğretmenler, sanki kadına uygulanan şiddet gibi sorunlarımız yokmuş gibi yok yere yaratılan gündem oldu. Hüseyin Aygün’ün bu iddaayı ortaya atış şekli de ayrı bir dert. Hem halkın gözünde Atatürk’ü suçlayan hem de kendi bulunduğu partiyi suçlayan ithamlarla geldi. Bir de buna destek olarak AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner ; o dönemde savaş pilotu olan Sabiha Gökçen'in adının, Dersim olaylarındaki hava saldırılarında görev aldı diye Havalimanı’ndan sildirilmesini istedi. Bu iki parti , en gerekli zamanlarda birbirini yedi , en olmadık olaylarda birbirlerini suçladılar. Şimdi de Atatürk’e karşı yapılan bu söylemlerde elele boy gösteriyorlar. Dersim’e ve dolayısıyla Tunceli’li alevi kürtlere karşı borcumuzu ödemeliyiz v.s. gibi söylemlerde bulundular.

Bu milletvekillerinin birleştikleri ve tarihçileri de ikiye bölen soru ne oldu ? Dersim olayları Atatürk’ün bilgisi dahilinde mi yapıldı, yoksa operasyon emri,  hastalık döneminden faydalanarak mı imzalatıldı. Burada sormamız gereken soru aslında şu olmalı. Atatürk’ün emri ile bile yapıldıysa o dönemin şartlarında haklı bir müdahale olmaz mı? Yapılan operasyonlara kundaktaki bebeklerin ve kadınların da katledildiği tarihçilerin söylediği bir şey. Buna tabi ki kimse hak veremez. Bunu yapan askerleri “ Türkler Alevileri kadın çocuk demeden katletti” diyerek etnik köken boyutuna bağlamak da en az onun kadar yanlıştır.  Bugün milletvekillerinin yaptığı da bu etnik ayrımcılığı tetiklemektir. 

Dersim'e Cumhuriyet'ten önce, Osmanlı döneminde de harekâtlar düzenlendi. 1907, 1908, 1909, 1916, 1926, 1930, 1931, 1935, 1937 ve 1938'de büyük çaplı 10 askeri harekat yapılan Dersim'de bu askeri harekâtlar sonucunda kaç insanın öldüğü, kaçının başka bölgelere sürüldüğü, kaç kişinin yaralandığı henüz tam bilinmiyor. Ancak bilinen bir gerçek var: Asileri bastırmak için yapılan operasyonlarda gühahsız halk da katledildi.


Atatürk ve Sabiha Gökçen


Cumhuriyet döneminde buna benzer olaylar daha önce de olmuştu:
I.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi iki büyük savaştan büyük kayıplar vererek çıkmış bir millet var. Bu millet organize edilmiş ve 600 yıllık bir imparatorluğun varlığından bir cumhuriyete geçilmiş. Bu genç bile denemeyecek kadar yeni devlet yapısında yönetimi etkilemek isteyen güçler olmadı mı? Tabi ki oldu. Aslında bu hepinizin bildiği olaylar. 

Şubat 1925’ten Nisan 1925’e kadar 2 ay boyunca Türk Devletine karşı yapılan ayaklanmayı bilirsiniz Şeyh Sait Ayaklanması. Şeyh Sait bir aşiret lideriydi ve “din elden gidiyor” diyerek halkı devletine karşı ayaklanmaya çağırdı. Keza hilafetin kaldırılması da örnek olarak gösterilince de o dönemdeki cahil halk Şeyh Sait’in söylediklerine inandı. Şeyh Sait’in emrindeki halk 5000 kişilik bir orduya dönüştü. Evet bunlar aşiretlerdi. Bir lider önderliğindeki binlerce kişilik aşiretleri devlet ciddiye almak ve tehtid olarak görmek zorundadır. Tabi ki Atatürk bu olaylara müdehale emrini verdi. İstiklal Mahkemeleri’nde idam edilenleri de mi Atatürk’ün yaptığı soykırım olarak göstereceksiniz? Günümüzde Şeyh Sait ailesinin damadı olmaktan gurur duyan birtakım tiyatrocular ayakta alkışlanmaya devam ediyorlar.  Yakında o da olur.


Bir diğer olay da 23 Aralık 1930 yılında Menemen’de meydana gelen olay. Meşhur öğretmen yedek subay Kubilay’ın başının, şeriatçı isyancılar tarafından halkın gözleri önünde kesilmesi. Herkes hilafet bayrağı altında toplanmazsa insanları kılıçtan geçireceğini söyleyenler de bunlar değil miydi? En kötüsü de Menemen halkının bu şeriat destekçilerine destek olması oldu. Dönemin şartlarında tabi ki böyle isyancıları kanla püskürtmek gerekirdi. Hatta Atatürk’ün örnek olması için “ Menemen’i haritadan silin” dediği bilinir. 

Neticede Dersim’de Cumhuriyet’e karşı ayaklanmış olan aşiretlere bir müdahale edilmesi gerekiyordu. Bu müdahalenin bu derece kanlı olmasını istemezdik tabi. Bugünün şartlarında katliam olarak düşünülse de o dönemin şartlarında bu genç bile denemeyecek kadar yeni olan devletin bütünlüğünün sağlanabilmesi için bir müdahale gerekiyordu. Bunda Atatürk’ün bilgisinin olması da normal. Ama yıllar sonra zaten karışık olan bir ülkede milletvekillerinin gündem yaratmak için böyle söylemlerde bulunması yanlıştan da öte. Dersim’i soykırım olarak gösterip araştırılmasını isteyen milletvekilleri, Ermeni soykırımını da kabul etmek zorunda kalacaklarından haberdar mı acaba?

19 Kasım 2011 Cumartesi

59 KUPONA İNGİLTERE OLUR MU?

Merhaba gençler.

 80 li yılların başında Türkiye’de doğmuş her birey  gibi bilmem kaç kupona Meydan Larousse, Büyük Larousse gibi ıvır zıvır ansiklopediler, Jumbo çatal bıçak takımı, Hugo oyun seti gibi çok da lazım olmayacak birçok şey almışızdır. Keza bunlara olan inancımız da biraz biraz içimize kaçmıştı. Üretici firmaların ellerinde patlayan malları ancak böyle kakalayabilirlerdi keza. Tam da bu uygulamanın modasının geçtiği 2008 yılında güzide bir gazetemiz bir kampanya başlattı. BUGÜN GAZETESİ’NDEN 59 KUPONA İNGİLTERE’DE EĞİTİM FIRSATI.  Ha ha hah hassttrr vari bir tepkiyle çok da sallamamıştım. Gelgelelim sevgili anneciğim sallayıvermiş. Yapma etme dedim, kandırmaca bunlar dedim, onlar tanıdıklarını gönderirler dedim. Dinletemedim. 

Üzerinde durmadım hadisenin. Çünkü zaten o aralarda ucuzundan bir yurtdışı seyahati planlıyordum. İngiltere tabi uçuk olduğu için Malta eriği yemekle yememek arasındaydım. Askerden de yeni geldiğim zamanlar, kafam bir enteresan. Sabaha kadar oturmuşum ne bok yicem şimdi durumunda. Sabah gelmiş , geçmiş, öğlen gelmiş geçmekteyken kapı çaldı. Zır zır da zır zır, zır zır da zır zır. De git be her kimsen dedim içimden, adama  askerlik bunalımını bile doğru düzgün yaşatmıyorlar. Zır da zır , zır da zır derken “ Allahınız yok mu lan” diye fırladım. Postacı arkadaşın elinden aldığım zarfı açmamın ardından bir hassttrr daha geldi. Evet aşağıda linkini gördüğünüz listede asıl kazananlar arasında varım.


Ciddi anlamda insanın başına kolay kolay gelmeyecek şeydir. Hazırlık vs. faslını hızlı geçiyorum. Sorunsuz bir şekilde vize çıktı, hazırlıklar yapıldı uçağa binildi, yola çıkıldı.
Güzelim İstanbul’um Ağustos ayında tshirtler su gibi olur sıcaktan. Biz de kalın montları valizin en altına koyup yola koyulduk. Londra’da kuş uçmaz kervan geçmez, gözden ırak bir havalimanına inip, siyahi güvenlik görevlilerine kendimizi ellettikten sonra gayler şehri Brighton’a doğru yola çıktık. İndiğimde hissettiğim soğuk Ağustos ayındayız demiyodu tabi. Yanlışlıkla kutuplara mı geldik dedim. Montu valizin dibinden bulmam 30 saniyemi aldı. Zaten orada olduğum tüm zaman boyunca montu çıkardığımı hatırlamıyorum. Elin İngilizi ne hikmetse yaz zannediyor ki parmak arası terlik ve kısa kısa şortlarla geziyor. Zaten iki gram güneş görmesinler millet dükkanları , kepenkleri kapatım kendini parklara bahçelere atıyor.

Ahanda böyle.

Kafamdaki en büyük soru yanına yerleştirileceğim aileydi tabiki. Geceye doğru 60 lı yaşlarında Rose teyzemizin evine ulaşmıştık. Rose teyze ve evindeki bilimum piskopat durumlardan bahsedeyim. Teyzemiz nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde 1+1 dubleks bir evde oturuyor. 15 yaşındaki Richard isminde sayko veledi ile birlikte. Zaten isimlerdeki klişeden bir sorun olduğunu anlamalıydım. Kadının bütün çocukları 18 yaşına girer girmez evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu konuda da Avrupa standartlarına uymaya kalksak cidden hapı yutmuşuz. Üst katta Richard koyu Manchester United taraftarı olarak Play Station 2 ile kavga ederken, Rose Teyze de alt katta Play Station’un eski versiyonuna küfür ediyordu. Bi de yanında misafir olarak biz varız. Son of a Bitch ‘in anlamını bilmediğimi nasıl düşünebilir anlamadım. Kahvaltı kısmına gelince ekmek kızartma makinesinde 2 dilim ekmek üzeri Buttery ( margarin). Eee başka ? Cidden o kadar. Haftalarca beyaz peynirin zeytinin özlemini yaşadım durdum. Sokak arasında bir Turkish Food Market’te buldum bir kalıp ezine peyniri aslında ama kilosu 16 pound olan bir beyaz, bana peynir olmaktan çok uzakta.

Neyse ertesi gün evden çıkıp okula gittik gitmesine de, giderken trafikte sağıma mı baksam soluma mı baksam derken sallabaş oldum. Eğitim kısmını es geçicem. Brighton’da 3 hafta cidden şahaneydi. Her akşam bir parti olması ve o kadar gay arasında hiçbirinin dikkatini çekmemem sevindiriciydi.

Bahsi geçen liman şehrimiz aşağı yukarı şöyle biyer.




Brighton’dan bahsetmişken Brighton Pier’den de bahseeyim bari. Görmüş olduğunuz üzere yoktan var etmişler şirin bir eğlence mekanı. Kurma kollu kumar makinasını denemedim dememek için bir uğrayın derim. Her şehrin olduğu gibi Brighton’da da bir mecburiyet caddesi var. Yarısı kebapçı olmasına rağmen bir dürüm döner 5 pound ise 2 kere düşünüyosun almak için. 1,5 pounda Meksika dürümü Taco kaçmazdı açıkçası.



SOHO’DA BİR CUMARTESİ GECESİ

Londra’nın, hatta Avrupa’nın merkezi olan Soho’da Cumartesi gecesi eğlencesi yapmadan olmazdı tabi. Ama biz 4 tane sap olarak mallıkta son nokta neresidir diye öğrenmek istemişiz heralde. Sırtımızda sırt çantaları sabahtan akşama kadar Londra’nın tüm turistik mevkilerini arşınladıktan sonra saat yavaştan 10:00 pm I bulmuştu. 4 sap yavaştan kafaları çekelim dedik de kimsenin aklına gelmeyen soru o anda geldi. “Gençler kaç paramız var?” Olan paranın o akşam kafayı bulmaya yetmeyeceği açıklığa kavuşmuştu. Sağda solda gördüğümüz barların içini keser olduk.

-Lan olum nereye gircez?

-Ne biliyim lan her yer ibne dolu.

Şimde ben size ibne dedim de abartıyo sanmayın. Öylesini Türkiye’de göremezsiniz. Herifler bildiğin deri tangayla ellerinde kırbaçla sokaklarda yiyişiyorlar. Zaten o ortamdan kaçmak için girdiğimiz ilk mekan da açmadı. Gece zaten yavaştan sapıtmıştı. Saat geceyarısı olduğunda hala sokakta mekan arıyorduk inanamazsın. İki tane maymundan bozma hatunu Türkçe tartışırken görünce işte dedim bizden birileri. Bunlar bilirler ortam nerdedir diye. Memleket insanından koptuğum nokta orasıdır işte. Kadının ağzında iki kelime çıktı. Siktir git! Ama daha sonrası iyice koparttı. Bu iki kıllı Türk hatun oracıkta yiyişmeye başladı. Biz o şaşkınlıkla hafiften ikilerken geceden ümidimiz iyice kesilmişti.

Hani bilir misiniz bilmem Londra sokaklarında bisikletle taksicilik yapan tipler vardır. 2 kişilik fayton arabayı bisikletin arkasına bindirip turist gezdirirler. Güzel ırkımın güzide bir tipi de o işi yaparken görüldü. Son bir umutla adama yapıştık. “ Yaa birader sen bilir misin burda ortam nerdedir?” Adam da milletsever çıktı sağolsun. O iki kişilik bisiklete 4 sap atladık, araba birden Doğan görünümlü Şahin oluverdi. Elemanın bizi götürdüğü mekanın önünde 100 kişilik sırayı görünce bir hassttrr daha geldi. Saat de 01:00 I geçmişti zaten. O saatte o geceyi tek bir şey kurtarabilirdi. O da çok legal olmadığından adını zikredemeyeceğim şekerler. Evet evet o risk alındı. 4 sap Cumartesi gecesi Soho sokaklarında her gördüğümüz zenciye sorduk o patlayan şekerlerden. Ama herşey filmlerdeki gibi değilmiş. Adamlar korktu bizden.

Hava hafiften aydınlanırken elimiz her yönden boş kalmıştı. Sabah ilk trenle Brighton’a dönelim diye beklerken ortalık garip bir şekilde karıştı. Zenciden bozma İngiliz çingeni ablalar ellerinde bıçaklarla “Do you wanna fuck me” diye bariz geliyorlar. Diceksin ki ne güzel. Değil değil valla. Yanlarında da hakiki zenci abileri var. O korkuyla attık kendimizi bir internet cafeye. Dışarıdan gelen kavga seslerini götümüzde hisseder olmuşuz. Sevgili internet café sahibi zenci biraderimiz iyi bir niyetle gelip “ Gençler siz en iyisi burda takılın, para da istemem sizden dışarısı iyi değil” dedi. Hah, dedim tamam. Buraya kadarmış. Saat 07:00 ye doğru gelirken fırladık koşa koşa tren garına ve bir şekilde eve ulaştım. Nasıl bir uykuysa akşama kadar uyumuşum. Uyandığımda aklımda tek bir şey vardı. Naptım lan ben !!

Demek ki neymiş Soho dediğin yer, yılbaşı gecesi Taksim’inden farksızmış. Oracıkta hepimizi soyup pasaportlarımızı yırtsalardı bu anıyı bu şekilde anlatabilir miydim bilmiyorum. Belki de meftaydım. 59 kupona bok yoluna gidiyoduk az daha.


Heryerde bunlardan yok, bunların herif versiyonları var bakmaya yürek ister.

ST.PAUL KATEDRALİNDE BİR PAZAR AYİNİ

Şimdi günlerden Pazar, mekan da Londra olunca gelmişken dünyanın en ünlü katedrallerinden birinde ayine katılmadan olmazdı. St. Paul Katedrali resimde de görebildiğiniz üzere fantastik bir yer. Ayin zamanı içerisi ikiye ayrılıyor. Dip kısımda ayin yapılırken belirlenmiş bir çizginin ötesine turistler geçemiyor. Keza ben kafaya taktım o ayine giricem. Yanımda 2 tane Türk arkadaşım vardı ve tamam dedim giriyoruz. Belirlenmiş çizginin önünde kır saçlı, smokin giymiş 2 tane amca tüm saygısıyla bekliyor. Dedim “ayine katılmak istiyoruz” dedi ki “Hristiyan mısınız?” dedim “ Tabiki de ne sandın”. Biz böyle diyince adamların elinden de bişey gelmedi aldılar içeriye. İstanbul’da da birkaç ayine gitmiş olmama rağmen cidden böylesini ben de beklemiyodum. 40 kişilik bir kilise korosu bağıra çağıra ilahiler söylüyor, kilise orgunun başındaki abi harikalar yaratıyor. Elimize tutuşturulan ibranice ilahilere yalnızca bakmakla yetinip kimse çakmasın diye mırıl mırıl dudak oynattık. Mevzudaki eğlencenin kabusa dönüştüğü an ise şarkı türkü bittiği zaman başladı. Papaz efendinin önünde bir kuyruk oluştu. Sıradaki herkes papaz abinin elini öpüp isa’nın eti niyetine bir lokma ekmek , bi de kanı niyetine koca bir tastan bir yudum şarap içmek zorunda!! Zorundalık kısmı şaka değil birkaç adam tektek herkesi sıraya sokmaya çalışıyor. Tamam papazın elini öpmek bişey değil de , herkesin salyasının olduğu tastan neden şarap içiyorum ki? Sıraya girmeden kıçım kıçım kaçtık mekandan .

Böylemesine bişey.

Böyle abidik gubidik anılara sahip olmamda en büyük çabayı sarfeden anneme buradan teşekkür etmek istiyorum. Bundan sonra sakızdan Ferrari çıktı diyen adamlara s*ktir çekerken bir daha düşünürüm heralde.

15 Kasım 2011 Salı

MÜZİK NEREYE?

Türkiye’yi geçtim dünyada nereye gidiyor bu müzik piyasasının durumu? Herkes mi müzisyen ben anlamadım ki. Bazen keşke 90 lardaki müzik piyasası şimdi de olsa diyorum. Koşturunca bişeyler oluyodu en azından. İnsanlar barlara müzik dinlemeye giderdi. Bir rock grubu barda sahne aldığı zaman birsürü seyircisi olurdu. Şimdi yüzlercesi var ama insanlar club a gidiyorlar. Onlar da haklı tabi clubta karı kaldırmak rock barda kaldırmaktan daha kolay. Şurası açık ki istediğin kadar iyi müzik yap ya da şarkı söyle sadece 3 - 5 kişi biliyor olacak seni. Para kısmını çoktan geçtim de , daha fazla kişiye hitap edecek fırsatlar internetin çıkmasıyla sanılanın aksine azaldı. Nerde çokluk orda b*kluk yapıcak bişey yok…

Piyasa’nın bu hale gelmesinden kaçar zaten yoktu , bunu hepimiz biliyorduk. Tabiki bedavası varken kimse para vermek istemiyor. Albüm satışlarını geçersek yıllardır ölmemesi gereken sektör sekteye uğradı. Canlı müzik. 2000’li yılların başında her fırsatta koşa koşa gittiğimiz barlar artık bomboş. 40 yılda bir babayiğitin biri güzel bir grup ya da müzisyen getirse de Biletix ‘e dünyanın komisyonunu ödeyip , gidip konser izlesek diye düşünüyoruz. Özellikle İstanbul gibi bir yerde canlı müzikten mahrum kalmak canımı sıkıyor.

Misal geçenlerde bir hafta içi Jazz Stop’ın yeni açtığı mekana gittim. Jazz Stop eskiden beri iyidir. İyi müzisyenler çalar , müzik dinlemeyi bilenler takılır. Yeni mekan Asmalı Mescit’te. Malumunuz Beyoğlu Belediye’sinin yoğun çalışmasıyla Asmalı Mescit rahatça yürünür (!) hale geldi ama maalesef eski eğlenceli ve keyifli halinden çok çok uzak. Mekan yeni açıldığı için içeride bir ruhsuzluk hakim şuaralar. Sound yine güzel ama asıl geleceğim nokta şudur ki yıllarca hiçbir akşamı boş olmayan bir mekanda canlı müzik varken bomboştu. İnsanların dj müziğine rağbet etmelerini anlamaya çalışıyorum ama herşeyin canlısı daha güzeldir bence. 

PLAY THAT FUNKY MUSIC BARIŞ MANÇO

Barış Manço’yu öldükten sonra sahiplenenlerden olmadığım için ve onun sadece en piyasa olmuş şarkıları ile sınırlanmamış biri olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Sağlığında tanışma fırsatına çok yaklaşmama rağmen yakalayamamıştım. Barış Manço’nun da diğer herkes gibi sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlanmasına çok üzülüyorum. Onun gezgin, filozof v.s yönlerinden bahsetmeye kalksam sayfalar sürer. Ben şimdilik sadece müzisyen yönünden bahsedicem.
1959 da Galatasaray Lisesi konferans salonunda başlayan sahne ve müzik hayatında bırakın o zamanki Türk gençlerini, şimdi bizim bile hayalini kurduğumuz yollara girdi. O yıllarda arabesk müzik ülkemizi sarmıştı. Batının müziğini de herkes Fransızca şarkıların yeniden söz yazılarak yorumlanması sanıyordu. Gerçekten Türkiyede herkesten önce gerçek anlamda “funk” Barış Manço tarafından yapılmıştır. İlk hitlerinden olan “Dağlar Dağlar” albümünde biraz daha folk ritmleri karşımıza çıksa bile asıl benim de favorim olan efsane funk albümü (LP) Yeni Bir Gün ( 1979 ) piyasaya çıktı. Bu albümde de Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer gibi hitler ortalığı kasıp kavurdu. Ama benim bu paylaşımımda asıl dinletmek istediğim bu albümdeki yok olmaya yüz tutmuş şarkılardan biri. “Bir Selam Sana” günümüzde gerçek anlamda funk müziği hala yapamayan Türk gençlerine örnek olsun. Barış Manço’nun ölmeden önce yaptığı 40. Yıl karışık albümünün buram buram tiraj kaygısı kokan mixlemelerine inat bu şarkıyı sonuna kadar dinlemenizi tavsiye ederim.

SİNEMA’NIN UNUTULAN KAHRAMANI “BRUCE CAMPBELL”

B tipi film hayranlarının yakından tanıdığı ve seveninin deliler gibi sevdiği bir isim Bruce  Cambell. Çoğu zaman aileden biri gibi sevdirdi kendini. 53 yaşındaki  ihtiyar delikanlı ; ilk olarak,  aynı zamanda okul arkadaşı olan yönetmen Sam Raimi’nin Sam Raimi Early Shorts isimli kısa film serisi ile kamera karşısına geçti. İlk uzun metraj denemesi de yine Sam Raimi’nin efsanevi filmi Evil Dead oldu. Belki de ilk göz ağrısı olan efsanevi filmin tarzını sevmiş ki, sonradan çok imkanı olmasına rağmen B tipi kült filmlerde oynama sevdasından hiç vazgeçmemiş. 

Campbell’in sinemaya tek katkısı oyunculuğu değil elbette.  3 filmin senaryosunu yazmış , 18 B tipi filme prodüktörlük yapmış ve başta Man with the Screaming Brain gibi müthiş eğlenceli 7 tane filmin yönetmenliğini üstlenmiştir.
Bruce Campbell’in akla sığmaz oyunculuk performansının arkasında babasının yerel tiyatrolarda oyuncu olması geliyor olmalı. Bruce daha 8 yaşındayken etrafta Zorro kostümüyle dolaştığında içindeki kahramanlık dürtüsü ortaya çıkmış olmalı. Komedi , aksiyon ve gerilimi aynı karakter üzerinde yarattığında izleyicilerin sıkılmak için pek takati kalmıyor.
Jim Carrey ‘nin Bruce Campbell’a sima olarak benzemesinin ötesinde kesinlikle hayran olduğu ve örnek aldığını da söyleyebilir. Türkiye dışında birçok sinema forumunda bu iki isim bolca karşılaştırılmış hatta youtube da ikisini karşılaşturan videolar bile mevcut. Siz hala benzetemediyseniz Jim Carrey’nin Liar Liar’da , Bruce Campbell’in ise Evil Dead II deki kendi eliyle mücadele etme performanslarına göz atabilirsiniz.

Yıllar boyunca birçok B tipi filmde başrol oynayan, hatta Raimi’nin Spiderman filmleri başta olmak üzere birkaç filminde de figüranlık yapmış alan kahramanımızın tabi ki en ünlü karakteri 1981 tarihli Ashley 'Ash' J. Williams karakteridir. Karakter tahlili yapmak gerekirse hiçbir super gücü olmayan super kahramanımız başlarda karakter olarak da normal bir gençken, pek de normal olmayan karanlık güçler tarafından ele geçirilince başlıyor herşey. Belli ki Ölülerin Kitabı’nın gökten gelen peygamberi olmak başta onun da istediği bir şey değildi. Yoğun görsel efektler olmaksızın, yoğun oyunculuk performansı gerektiren bu rol , ancak Bruce Campbell gibi bir üstadın elinden çıkabilirmiş.

Bruce Campbell hakkında bu kadar söz söylemişken benim için Back to the Future’dan sonra en iyi üçleme olan Evil Dead üçlemesinden bahsetmemek olmaz.


Evil Dead ; 350.000 dolar gibi düşük sayılabilecek bir bütçeyle, okul arkadaşları tarafından çekilmiş ve sinemada hiç tutmamasına rağmen 80 li yılların ilk yarısında Shining ‘i bile geride bırakarak en çok satılan VHS olmuş. Filmin bu kadar tutmasını sağlayan şey filmin korkunç olmasından öte bir kahraman olarak Ash karakteri ve bence teknik olarak tarihinde ilklerden biri olan ormanın içinde koşturan kamera kullanımı. Sam Raimi’nin 2009 tarihli Drag Me to Hell filminde de bu seriden göndermelere rastlamak mümkün.
Evil Dead II ; bence serinin en iyi filmi ve Campbell’ın oyunculuğunu sergilemesi için en çok fırsatı yakaladığı filmdir. İlginç bir şekilde ikinci film başlarken öncesinde olan olaylara yaptığı hatırlatmalarla ilk filmin hikayesi birbirini tutmuyor. Bu durum seriye biraz gölge düşürse de   hikayenin sürükleyiciliği açısından büyük bir sorun yaratmıyor. Çünkü her bir bölüm kendi içinde başlı başına bir hikaye.
Army of Darkness : Serinin son filmi  ve Raimi ile Campbell’ ın sinemaya alaycı bakışının en büyük kanıtı. Bu ikilinin tarzına vakıf olmayan korku filmi izleyicisi için gülünç durumda bir korku filmi olarak küçümsense de bir komedi olarak çoktan kült filmler kategorisinde yerini yapmış durumda.

BLOG, BLOGGER, BLOGIST

2000 yılı milenyum çağına girdiğimiz günü dün gibi hatırlıyorum. Daha 31 Aralık gündüz vakti televizyonda Sydney’den görüntüler vardı. “ … Ve dünya 2000’e girdi”  sözü kulağımda hala. Öncesinde de 2000’e 5 kala , 4 kala vs.. gibi yaptığımız geri sayımları düşününce o an ne yapmalıyım diye düşündüm. Yapabileceğim herşey çok çocukça olacaktı. Ben de izlemeye devam ettim. Günler yıllara döndüğünde dünyayı birhayli geç yakaladığımız internet dünyası iyice burnumuzun dibine girdi. Herkes kendi medyasını yavaş yavaş oluşturmaya başladı. Söyleyecek sözü olanlar yavaştan dökülmeye başladı. Sevgili hükümetimizin tüm engelleme çabalarına rağmen sosyal medya oluştu ve devleşti. Bugün en güncel haberleri  tv ya da gazetelerden önce Twitter ve Facebooktan öğrenir olduk. Yıllar önce yabancı film ve dizilerden okuduğumuz blog mantığı da söyleyecek sözü olanların yardımına koştu. Bu blogların sansüre kurban gitmesi ne kadar gecikirse o kadar iyi. Durum Portalı da hem Blogspotta hem de Twitter’da aklına geleni söylemeye , duruma göre yorum yapmaya devam edecek. Haydi bakalım..